HARFLER,
RAKAMLAR KARMAŞASINDA
“6831”,
“2”, “B”, “6292”NİN ANLAMI
6292 sayılı yasanın
uygulanması süreci, 2B konusunda yaşanan yeni sürecin olası etkileri
1976
yılında Orman Fakültesi’ne başladığımdan bu yana ömrüm 2B tartışmalarıyla geçti
dersem, abartı sayılmaz sanırım. Başlarda böyle önemli bir sorunu, toplumun
gündeminde yeterince üst sıralara taşıyamıyoruz diyerek, ormancılar olarak
hayıflanırdık. 2000’li yıllara gelindiğinde, “ormancılığımızın en önemli sorunu
nedir?” diyerek kime sorsanız, hemen herkes “2B” diyerek cevap verir oldu. Ancak bu sefer de, sorunun kavranış
ve ele alınışındaki yaklaşım yanlışlıkları, sorunun diğer ormancılık
sorunlarıyla ilişkisinin yeterince kavranamamış olması ve ormanların yalnızca
bir arazi parçası olarak ele alınıyor olması, bizleri rahatsız eder oldu.
İtiraf etmek gerekir ki ben de bu sorunun tartışılması gereken boyutlarının ne
kadar çok olduğunu bu süreçte kavradım. 2b’nin tartışılması gereken boyutları;
Arazilerin,
ekolojik koşulların gerektiği gibi kullanılmasının planlaması; kamu
arazilerinin özelleştirilmesi; “orman”, özellikle de “devlet ormanı” sayılan
yerlerin daraltılması; kırsal çevre
sorunları; ormancılık teknikleri ve
politikaları; bitkisel üretim ve hayvancılık; şehircilik; kentsel çevre
sorunları; hukuk, özellikle de anayasa hukuku; toplumsal ve kültürel yapılar ve
dönüşümler; siyasal amaçlar ve sonuç …, diyerek uzatılarak sıralanabilir.
2000’li
yılların başlarında sorun, 2b arazilerinin satışını amaçlayan yasa değişikliği
girişimiyle başladı. 4706 sayılı yasa,
2002 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu nedenle, hükümet de bu
kez Anayasanın söz konusu iptal kararına dayanak olan 169 ve 170. maddelerinde
değişiklik yapmaya yöneldi. Ancak, bu girişim kamuoyunda yoğun tepkilere yol
açmasıyla, 4841 sayılı yasa Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmayarak TBMM’ye
geri gönderildi.
2000’li
yılların başından bugüne herhangi bir yeri “orman” saymayarak
kullananlara ve ormancılık dışı amaçlarla kullanacak olanlara bırakılması
ve/veya verilmesi girişimleri, başlı başına bir çalışma konusu olacak kadar
çoğalmış durumda. Ancak 2b özelinde; 15 Ocak 2009 tarihinde çıkarılan 5831
sayılı Tapu Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
bugün tartıştığımız ve 2b’lerin satışına olanak tanıyan 6292 sayılı yasanın
uygulanmasının altlığını oluşturdu.
6292
sayılı yasanın anafikrini anlamak için bir alıntı yeterli:
Yasanın
6. maddesinin 1. fıkrasına göre; yalnızca “…31/12/2011 tarihinden önce kullanıcısı
ve/veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilen kişilerden bu
taşınmazları satın almak için süresi içerisinde idareye başvuran ve idarece
tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler…”
“2b arazilerini” satın almada “hak sahibi” sayılabilecek. Aynı
maddenin 13. fıkrasına göre ise, “hak
sahibi” sayılabilenler; “…idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan
satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat
talep edemezler ve dava…” açamayacaktır. Çok açıktır ki herhangi bir
yolla edinebildiği “2b arazi” üzerinde başını sokabilecek bir yuvaya sahip
olabilmiş ve/veya ailesini ancak geçindirebilecek denli tarım yapabilecek
yoksul yurttaşlar “idarenin” vereceği fiyatı ödeyemeyecek; dolayısıyla, yıllarca kullandıkları arazileri de parası
olanlar satın alabilecektir. Kısacası; “2b arazilerin” satışında da yalnızca
“parası olanlar düdüğü çalabilecektir.”
6292
sayılı yasa ile ilgili olarak gözden kaçan bir önemli nokta; 2b’lerle ilgili
getirdiği düzenlemeden daha önemli olarak, “2a”lar ile ilgili düzenlemelerdir.
Bu düzenleme ile yanlıca 2b’ler değil, orman vasfını kaybetmese de, “orman
olarak muhafazasında yarar yoktur” denilerek tüm ormanlar satılabilecektir.
“2B
ARAZİLERİNİN” SATILMASININ BİR ORMAN VE/VEYA ORMANCILIK SORUNU OLMAKTAN ÇOK
BİR YENİDEN BÖLÜŞÜM, KAMUSAL VARLIKLARININ SERMAYE BİRİKİMİNE SUNULMASI SORUNU
2b
sorunu 2000’li yıllarda ya da 1961 anayasasıyla başlamadı, cumhuriyet tarihimiz
boyunca hatta insanlık tarihi boyunca yaşanan bir sorun. Sorun elbette tarih
boyunca bugün ifade ettiğimiz harfler ve rakamlarla ifade edilmiyordu. Ancak
ormanların ya da kamusal doğal varlıkların metalaştırılması, bugünkü haliyle
sermaye birikimine sunulması sorunu neredeyse insanlık tarihiyle yaşıt. Elbette
milattan önce Mezopotamya’da ticaret amacı taşımayan geçim/yaşama amaçlı
tarımın yapıldığı dönem hariç.
Tarih
boyunca insan, doğal/yabanıl varlıklardan çeşitli biçimlerde yararlandığı gibi,
aynı zamanda insan yerleşimleri de doğal alanlar üzerinde gerçekleşmiştir.
İnsan toplayıcılık, avcılık evresini geçip yerleşmeye başladığında, tarihsel
olarak öncelikle orman içinde ya da yakınında yerleşilmiştir. Orman içine ya da
yakınına yerleşmelerin nedeni, sığınma, av hayvanı ya da ürün toplama gibi
besin kaynaklarına yakın olma, ateş/enerji kaynağı olarak odun hammaddesine
yakın olma gibi, kullanım değerlerine kolay ulaşabilme, en az emek aracılığıyla
kullanım değeri olan şeyleri edinebilme amacından kaynaklanmaktaydı. “Sonra ne
oldu?” Sonra, devletler ortaya çıktı, ardından da; devletlerarası ve
devletlerin kendi “içindeki insanların, sınıfların, grupların birbirleriyle
çatışmaları. Tarih içerisinde, faydalı şeylerin kullanımı, kullanım amaçlı
üretim, ardından değişim ve değişim amaçlı üretimin ortaya çıkması, insanın
doğa üzerindeki etkisini de belirleyen süreçler olmuş. Şeylerin çeşitli
yönlerini ve dolayısıyla farklı kullanım şekillerini bulup ortaya çıkarmak
tarihin işidir.
Öyle
ise tartıştığımız 2b sorununu da daha iyi kavrayabilmek için tarihsel yanıyla
ele almamız gerekecek. Ele aldığımız sorun “orman vasfını kaybetme” ya da
“ormancılık amacı dışında kullanım” gibi kavramlara oturduğu için, öncelikle
ormanın ne olduğun bir kez daha ele almakta yarar var.
Orman nedir?
Herkes
ormanın ne olduğunu bilir... Ancak ormanın ne olduğu; kimin, nereden, ne amaçla
baktığına göre değişmektedir.
Yücel
Çağlar’ göre;
“Ormanlar birbirleriyle, yönü ve şiddeti zaman ve ortama göre değişebilen
ilişkiler içinde bulunan, sonsuz sayıda alt sistemden oluşmuş, canlı
sistemlerdir!
Ormanlar, varlığı ve yokluğu ile nitelik ve niceliği cins, tür, sınıf ayrımı
yapmaksızın, tüm canlıları etkileyebilen varlıklardır!
Ormanlar doğrudan ve dolaylı etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmesi herhangi
bir mülkiyet biçimi ve sınırıyla sınırlandırılamayan oluşumlardır!
Dolayısıyla, ormanlar, tüm canlıların ve bu arada da tüm insanların “ortak”
varlıklarıdır.”
“Orman
ekosistemleri, doğa denilen dinamik bütünü oluşturan öğelerin yalnızca
birisidir.” Doğayı oluşturan diğer öğelerden üstün ve öncelikli bir konumu
yoktur. Yani orman ekosistemi ancak doğanın diğer öğeleriyle birlikte var olabilmektedir. Orman
doğanın diğer öğeleri ile birlikte var olabilen ve onlardan bir üstünlüğü ve
önceliği yok ise, doğa bütününden ayrı ele alınmamalıdır.
Doğanın
yani doğal ve yabanıl alanların yönetimi söz konusu olduğunda, hukuksal
düzenlemeler devreye giriyor. Yönetsel bakımdan yapılan hukuksal
düzenlemeler ise, her alanda olduğu gibi, doğal ve yabanıl alanlara da büyüme
ve kalkınma bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Üstelik Türkiye’de doğal ve yabanıl
alanlarla ilgili hukuksal düzenlemelere uyulmaması halinde genellikle bir
yaptırımı yok. Bu genel durumun
Türkiye’de bir istisnası bulunuyor; ormancılıkla ilgili yasal düzenlemeler ve
bugünkü haliyle, 6831 sayılı Orman Kanunu.
6831
sayılı Orman Kanunu, bu yasaya uyulmaması halinde ne yapılacağını, (hangi yasal
yaptırımların, hangi cezaların uygulanacağını) ilgili diğer yasal düzenlemelere
göre çok açık olarak tanımlamaktadır. Bu yasa yapılacakların hangi kurumsal
yapı, kim ya da kimler tarafından (OGM ve taşra teşkilatında görevli
yöneticiler) uygulanacağını da açıkça tanımlamakta, hatta tanımladığı kurum ya
da kişileri görevlendirmekte ve görevlerini yapmamaları halinde, bu kişilere
uygulanacak yaptırımları dahi belirtmektedir. Bu kurumların ve çalışanlarının
görevlerini yapabilmesi amacıyla ilgili yasal düzenlemeler de bulunmaktadır.
OGM, ordu, polis ve gümrük muhafaza kurumları ile birlikte, kendine ait silahlı
kolluk kuvveti bulunduran ender kurumlardan birisidir.
6831
sayılı Orman Kanunu ve OGM’nin bu farklılığı/ üstünlüğü, Türkiye’de ormanın da,
doğanın diğer öğelerinden daha üstün şekilde algılanmasına neden olmaktadır. Bu
durum uygulamada “bir doğal ve yabanıl alan, orman ise korunur, orman değil ise
korumaya değmez” şeklinde bir algıya neden olmaktadır. Bu algıya bağlı olarak,
korunması amaçlanmayan alanlar için 2/B sorununda olduğu gibi, “orman vasfını
yitirmiştir” ifadesinin gerekçeleri türetilmeye çalışılmaktadır. Yönetim
birimlerindeki bu algı, toplumda da bir yeri korumak için orman olduğunu
kanıtlama gereksinimini ortaya çıkarmış ve bunun sonucu olarak da, ormanın doğa
bütününü oluşturan diğer öğelerden üstün ve ayrıcalıklı olarak algılanmasına
neden olmuş durumdadır. Bu hukuki ayrıcalık, ormancılık politikalarının, doğal
ve yabanıl alanların tamamının üzerinde etkili olmasına neden oluyor.
6831
sayılı Orman Kanunu ve öncellerinin bu üstünlük ve ayrıcalıklarına rağmen, çok
önemli ve belirleyici bir zayıflığı bulunmaktadır. Bu yasa, daha birinci
maddesinde ormanı tanımlarken, “Madde 1 - Tabii olarak yetişen ve emekle
yetiştirilen ağaç ve ağaççık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır.”
diyerek kendini sakatlamaktadır. Ormanı tanımlarken; odun hammaddesini üreten
“ağaç ve ağaççık toplulukları” ve bir arazi parçası olarak “yerlerini” tanımlayarak,
orman ekosisteminin, sonsuz sayıdaki canlı alt sistemini tanım dışı
bırakmaktadır.
6831
Sayılı Orman Kanunu’nun bu zayıflığı, kendi mantığı içinde gerçekte bir
zayıflık değil. Bu zayıflık gibi görünen durum, yukarıda da değinildiği gibi,
yönetsel alandaki tüm yasal düzenlemelerdeki kalkınmacı yaklaşımın ortaya
çıkardığı doğal bir sonuçtur. Yasanın hazırlandığı dönemde, orman
ekosistemlerinin piyasalarda değişim değeri bulunan, parayla alınıp satılabilen
iki öğesi var; odun hammaddesi olarak “ağaç ve ağaççıklar” ile toprak / arazi
değeri olarak “yerleri”. 1956 yılında çıkarılan ve bugün yürürlükte olan bu
kanundan önce uygulamada olan 1937 tarihli 3116 sayılı Orman Kanunu’nun birinci
maddesi açıkça “herhangi bir çeşit orman hâsılatı veren ağaç ve ağaççıkların
toplu halleri yerleri ile beraber orman sayılır.” diyerek ürün vermeyen (ürün vermeyen canlı
olmaz), satılabilir/ticari ürün vermeyen ağaç topluluklarını orman tanımı
dışında tutmaktaydı.
Orman
ekosistemi ve sonsuz sayıdaki canlı alt sisteminin sahip olduğu değerler
sitemi, piyasalarda değişim değeri bulunan yanları dışında, belirleyici birçok
değeri içerisinde barındırmaktadır.
Faydalı
şeyler, varlıklar, öncelikle, özünde taşıdığı ve bize bağlı olmayan
özellikleriyle, insanın değişik gereksinimlerini gideren şeylerdir. Bu
gereksinim giderme durumu, karnımızı doyurmak olduğu gibi, hayali ya da
psikolojik gereksinimlerimizi gidermek şeklinde de olabilir. Faydası
olan her şey, birçok özelliklerin bir bütünüdür. Varlıkların değerlerinin bir kısmından
bugün yararlanırken, bazı değerleri bugün henüz keşfedememiş olmamız, varlığın
o değerinin var olmadığından değil, insanlığın onu bulamamış, henüz fark
edememiş olmasındandır, kimi şeyleri fark etmeden de kullanırız. Mıknatısın
demiri çekme özelliğinden, ancak kendisinin yardımıyla magnetik kutuplaşma
keşfedildikten sonra, yararlanılmaya başlamıştır.
Söz
konusu doğa olduğunda; biz bugün bazı faydalarını kullanmak bakımından,
magnetik kutuplaşmayı henüz keşfedememiş olabiliriz. Kullandığımız bazı faydaları
da, ölçmüyor, ölçülemez ya da ölçmek istemiyor olabiliriz.
Kâr
amaçlı üretim ve değişim yapılan, içinde yaşadığımız ekonomik sistemde;
sanayici ürettiği ya da tüccar satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa,
amacına ulaşmış olur. Metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı sanayici ya da
tüccarı ilgi alanı dışındadır. Bu üretim ya da ticari faaliyetin doğa üzerinde
yarattığı sonuçlar da, doğal olarak sanayici ya da tüccarın ilgi alanı dışında
kalır. Ancak doğal varlıklar, doğadaki doğal oluşum süreçleri gereği, aynı anda
birden fazla değeri bir arada oluştururlar. Faydası olan her şey, birçok
özelliklerin bir bütünüdür. Kereste ya da mobilya yapmak amacıyla, ormandan bir
ağacı keserken, emek harcayarak ve bu emeği harcayan işçiye bir ücret ödeyerek,
değişim değeri kazanmış ve metaya dönüşmüş tomruğunu satabilirsiniz. Satıştan
elde edilen para, sermaye sahibi için ticari olarak kabul edilebilir bir kâra
da sahip olabilir. Ancak bu üretim ve satış işlemine konu olan, metalaşan
yalnızca tomruktur. Tomruğu üretilip satılan ağacın ve onun bir parçası olduğu
ormanın, doğanın; temiz ve kullanılabilir su oluşturma işlevi, toprağı tutma
özelliği, havayı temizleme faydası, iklimi etkileme özelliği, yaban hayatına
sağladığı barınma işlevi, oluşturduğu manzara, gölgesi ve bugün henüz
keşfedemediğimiz “mıknatıs özelliği” benzeri ilerde yararlanabileceğimiz birçok
faydası da ortadan kalkmış olur.
MÖ
500 – MS 500 arası yaşanan Grek uygarlığı döneminde, değişim amaçlı tarımın
başlamasıyla, bu gelişmelerin başlangıcı olarak, insanın doğada neden olduğu
dönüşümün şekli, köktenci bir şekilde (temel olarak) değişmeye başladı.
İşte 2b sorunu da doğanın metalaştırılmaya başlamasıyla, tam da o tarihte
başladı aslında. “Değişim olmadan, sermaye olmaz, değişim olmadan kullanım değeri
kalır.”
Kullanım
değerlerinin, değişim değerlerine dönüştürülerek şeylerin metalaştırıldığı ve
değerlerinin piyasalarda para cinsinden ölçülebildiği, içinde yaşadığımız
toplumsal yapıda, değişim değerinin şeylerin doğasında var olan, kendiliğinden
bir değermiş gibi bir anlayış yaygın kanaat haline dönüşmüş, dönüştürülmeye
çalışılmakta. Böylece, değişim değerinin şeylerin doğasında var olan değerdir,
(yanlış)anlayışının yaygınlaştırılması aracılığıyla, kullanım değerlerimizin de
yalnızca para cinsinden ölçülebilen değerler ifade ettiği genel kabul görmeye
başlamıştır denilebilir. Böylece 2b’lerin de “değerlendirilmesi”nden söz
edildiğinde, metalaştırılarak satışı anlaşılmakta. Oysa 2b’ler satış amacı
dışında da, piyasalarda beş para etmeden de değerlendirilebilir.
Ülkemizde son yüzyılda yabanıl alanlar ve ormancılık
yönetimi
1920’li
yıllarda ulus devletin yeni kurulmasının ardından, genel olarak yaşanan
millileştirme çabalarının ormancılıktaki yansımasının sonucu olarak, 1937’de
çıkarılan 3116 sayılı Orman Kanunu ile ormancılık alanında “devlet ormancılığı”
anlayışı başlatıldı. Bu kanun ile ilk kez yasal orman tanımı yapılmış ve teknik
anlamda orman işletmeciliği de başlatılmış ve orman köylüsünün ormandan
yararlanma (yararlanmanın sınırlanması da dâhil) şekilleri genel hukuki
koşullarla düzenlenmiştir.
1930’ların
sonunda dünyada liberal kapitalizmin yaşadığı kriz savaşla sonuçlanınca, ABD’de
bile kısmen liberal uygulamaların dışına çıkma, ekonomide devlet kontrolü
eğilimleri artmıştır. Buna bağlı olarak da Türkiye’de 1945 yılında çıkarılan
4785 sayılı yasa ile tüm ormanlar devletleştirildi. 1946 yılından itibaren 3116
sayılı yasa ile oluşturulan orman rejimine karşı tepkiler artmaya başlamış,
ormancılık politik bir malzeme olarak kullanılmaya başlamış ve bu düzlemde
orman köylüsünün ormandan yararlanma haklarına getirilen yasal kısıtlar öne
çıkarılmıştır.
Bu
gelişmeler sonucunda, 1950 yılında dört gün arayla çıkarılan iki ayrı kanunla
(5658 ve 5653 sayılı kanunlar), 1945’te devletleştirilen ormanlar sahiplerine
geri verilirken, bir yandan da makilik alanlar orman tanımının ve sınırlarının
dışına çıkarılmıştır.
3116
sayılı orman kanununun kabul edildiği 1937 yılında cumhuriyetin ilanından beri
başbakan olan İsmet İnönü istifa eder. Bunun ardından kurulan 1. Bayar
hükümetinin programında, cumhuriyetin kuruluşundan beri ülke yöneticileri
tarafından sıklıkla dile getirilen “Toprak
Reformu” kavramı ilk defa bir hükümet programında yer alır ve aynı yıl, bu
amaçla kamulaştırmaların yapılabilmesi için (3116’nın kabulünün ertesi günü)
Anayasa’nın 74. maddesi de değiştirilir. Ancak yaklaşık on yıl sonra 1948’de
kurulan 2. Saka hükümeti programında ve bundan sonra “Toprak Reformu” kavramı yerini “Tarım Reformu” kavramına bırakır.
2. Saka hükümeti programında aynı zamanda ekonomik kalkınma için dış kredi
gerekliliği ve ABD’nin başlattığı Marshall Planı’ndan yararlanmak için
çalışmaların sürdüğü de ifade edilmiştir. Marshall Planı’nın, kırsal alanlar ve
kırsal kalkınma politikaları açısından, tarım reformu önlemleri arasında
sayılabilecek tarımda makineleşmeyi sağlaması nedeniyle önemli olduğu
bilinmektedir. Bununla beraber Marshall Planı’nın, dünya ticaretini teşvik
etmek, Amerikan pazarlarının genişlemesini sağlamak ve kapitalist bir
hegemonyayı sürdürmek için oluşturulan bir program olduğu da bilinmektedir.
Yine 1947 yılında ABD tarafından, SSCB’nin nüfuz alanını genişletmesini önlemek
amacıyla kurgulanan, Truman Doktrini doğrultusunda, Yunanistan ve Türkiye’ye
toplam 400 milyon dolar askeri yardım yapılmıştır.
Burada
“Toprak Reformu” kavramı ile “Tarım Reformu” kavramının arasındaki temel farkı
vurgulamakta yarar var. Özellikle (1940’lı yılların Türkiye’si gibi)
sanayileşmemiş toplumlarda, toprak zenginliği, ekonomik ve siyasal gücün
temelini oluşturur ve toprak mülkiyet sistemi, toplumdaki sosyal sınıf
yapılarını yansıtır. Toprak mülkiyetinde değişikliği ifade eden toprak reformu,
geniş mülklerin kamulaştırılarak toprağı işleyenler arasında toprağın
dağıtımını ve mülkiyetin geleneksel biçimlerini toprağı ekenlerin çıkarlarına
dönüştürmeyi içerir. Kısaca, toprak mülkiyet yapısında topraksız çiftçi lehine
bir değişimi gerektiren “Toprak Reformu” kavramı, geniş toprak mülkiyetinin,
kamulaştırma yapılarak, elde edilen toprağın topraksız ve/veya az topraklı
çiftçilere dağıtılması olarak tanımlanabilir.
Bu
siyasi kararın uygulanıp uygulanamaması da çıkar gruplarının faaliyetlerine
bağlı olacaktır. Bu çerçevede Türkiye’deki büyük toprak sahiplerinin faaliyeti
baskın gelmiştir. Birleşmiş Milletler’e bağlı FAO ve ILO tarafından benimsenen
tarım reformu, mülkiyet yapısında değişiklik yapmaksızın, tarım üretiminin
düzenlenmesi ve üretim artışı sağlanması için tarımda makineleşmeyi, kredi
imkânlarının sağlanmasını, pazarlama, sulama vb. konularda altyapı
oluşturulmasını öngörür.
1950’li
yıllarda yaşanan Amerika ile yakınlaşma ormancılık kesimine de yansımış,
“teknik yardım” adı altında bu yıllarda Türkiye’ye yalnızca ormancılık alanında
üst düzey 12 yabancı uzman gelmiş 350 ormancı teknik eleman çeşitli ülkelere
“bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere” gönderilmiştir. Bu girişimlerle, ağırlıklı
olarak varolan/hazır doğal orman servetinin (odun hammaddesinin) dünya
pazarlarına sunumu planlanmaya çalışılıyordu. Bu girişimlerin asıl meyvelerinin
“dış kaynaklı projeler” adı altında 1960’lı yıllarda toplanmaya başlandığı
bilinmektedir. 1950’li yıllardan itibaren birçok alanda olduğu gibi ormancı
teknik elemanlarında yurtdışına gitmeleri, elbette bilgi ve deneyim
kazanmalarını sağlamıştır. Ancak burada tartışılan; bu teknik elemanların kazanımları
ve sübjektif iyiniyetleri dışında, projelerin amaçları, kapsamları ve
sonuçlarıdır.
1940’lı
yıllarda çıkarılan, zeytincilik, çay ve maki kanunları hukuki ve fiili orman
sınırlarını daraltırken, toprak reformu hayata geçirilememiş ve tarım reformu
haline dönüşmüştür. Toprak reformunun tarım reformu haline dönüşmesiyle de,
ormandan çıkarılan alanlar, büyük toprak sahipleri, kereste tüccarları,
müteahhitler ve şirketler diğer bir deyişle sermayenin (ve
sermayedarlaştırılmaya başlayan büyük toprak sahipleri) eline geçmiştir.
8 Eylül 1956’da yeni bir
temel yasa olan ve bugün de yürürlükte bulunan 6831 sayılı Orman Kanunu
yürürlüğe girdi. Bu yasa ile hükümetler, açık ve kapalı pek çok “politik
yatırım” olanağı elde ederken; eski orman sahipleri, kereste tüccarları,
gözleri hala kamu arazilerinde olan toprak ağaları, kıyı yağmacıları hep
gözetilmiştir. Yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle ilk iki yılda (1957-58)
yaklaşık 100.000
hektar, takibeden “Milli Birlik Hükümeti” döneminin ilk
iki yılında da (1960-61) yaklaşık 200.000 hektar alan
maki, zeytinlik vb. gerekçelerle orman dışına çıkarılmıştır. 6831’in orman
köylüsünün çıkarına yönelik olduğu iddia edilen maddelerinin uygulamasında ise
dağ fare doğurmuştur.
27 Mayıs 1960’ta
gerçekleşen askeri darbe sonrasında; planlı döneme geçilmesiyle birlikte, o
güne kadar uygulanan “tarımsal kalkınma” politikalarının adı, “kırsal kalkınma”
politikaları olarak değişmiştir. 1960’lardan itibaren, o tarihe kadar ormanca
fakir bir ülke olan Türkiye’nin “orman zenginliği” başta FAO ve Dünya bankası
olmak üzere “batının” dikkatini çekmeye başlamıştır. Böylece orman ürünlerine
dayalı kitle üretimi yapılabilecek, kaba ve emek yoğun bir alan olan, orman
ürünleri endüstrisi alanında dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlanmıştır.
Bu projelerle kitlesel üretim ve tüketim öngörülmüştür. Bu uygulama ormanda
teknik olarak birçok yaralar açarken, bir yandan da, o yıllarda İ.Ü. Orman
Fakültesinin uyardığı gibi ormanlarımızı yıkıma götürmüştür. Bu kapsamda
1960-80 arası 5 proje uygulanmıştır (bu güne kadar yaklaşık 25 proje
uygulanmış, 10 proje de yürütülmektedir).
Bu
projelerle odun kökenli orman ürünleri üretiminin önce 20 milyon m3’e
ve zamanla artarak 2020’de 50 milyon m3’e çıkması öngörülüyordu. Bu
doğrultuda 1980 yılında 23 milyon m3 üretim yapıldı. Oysa o tarihte,
Türkiye ormanlarının verim gücü gerçekte 16 milyon m3 civarında idi.
Ormancılık çevrelerinde “Antalya Projesi” diye bilinen Dünya bankası
projesiyle, kızılçam ormanlarının idare süresi 20 yıl kısaltılarak, 20 yılda
kesilebilecek ağaç miktarının bir ya da birkaç yılda kesilmesinin “projesi”
hayata geçirildi. Bugün Türkiye ormanlarından yapılan odun hammaddesi üretimi
10 milyon m3’lere kadar gerilemiştir.
Planlı
döneme geçilmesiyle kullanılan kırsal kalkınma kavramının yerine 1968-72
yılların kapsayan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile “küçük toplum birimlerinde
teşebbüs gücünün geliştirilmesi” kavramı ile küçük toplum birimlerinde
“girişimciliği” destekleyen politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu çerçevede
hükümet programlarında köylünün arazi satın alması için kredilendirilmesinden
söz edilir oldu. Aynı dönemde ormancılık alanı dışında da, kalkınma planlarında
yeri bulunmayan ama uygulamaya geçirilen Dünya Bankası, vb. dış kaynaklı
“bütünleşik kırsal kalkınma” projeleri yürütüldü.
50’li
yıllarda uygulanan politikalar hem sanayiye yatırım yapabilecek bir özel
kesimi, hem de nüfus artışı ve tarımda makineleşme sonucunda köyden kente göçün
yarattığı bir işgücünü (işsiz gücünü) ortaya çıkardı. Bununla birlikte kentlere
hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı. Yalnızca ekonomik ölçütler
düşünülerek (toplumsal ve doğal çevre düşünülmeden) teşvik edilen sanayi,
“optimal” olarak üç – beş büyük kentte toplandı. Bu gelişme sanayinin
toplandığı kentlerde arsa (kent toprağı) kıtlığını azdırdı. Kentlerdeki arsa
kıtlığından kaynaklanan spekülatif kazanç, sermayedarlar için sanayiye yatırım
yapmaktan daha karlı hale gelince, büyük kentlerde kamusal arazilerin
(yakınlardaki ormanlar, meralar vb. doğal ve yabanıl alanlar) gasp edilmesi
hızlandı. Böylece, kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman
gittikçe palazlandı. Bu rantiyeci, arsa spekülatörleri her türlü kamu arazisi
gibi orman alanlarını da işgal ederek, kırsaldan göçen işsiz işgücüne gecekondu
arazisi olarak “uygun fiyatlarla” pazarladılar.
Planlı Dönem
27 Mayıs 1960 tarihinde
yapılan darbe ile Anayasa değiştiriliyor. Bu dönemde, yukarıda da değinildiği
gibi; toprak reformu politikalarının yerine geçen, tarımsal kalkınma
politikalarının adı da kırsal kalkınma politikaları olarak değişti, Türkiye’nin
“orman zenginliği” “batının” dikkatini
çekmeye başladı ve bu doğrultuda dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlandı.
Kırsal kalkınma kavramının yerine de “küçük toplum birimlerinde teşebbüs
gücünün geliştirilmesi” kavramı uygulanmaya başlandı, teşebbüs gücü
geliştirilen küçük bir kesim, toplumun geri kalanından farklılaşarak hızla
zenginleşti, holdingler ortaya çıkmaya başladı,
kentlere hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı, böylece, kentlerde
rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı.
12
Mart döneminde 60’lı yılların ikinci yarısında hükümet programlarında yer alan,
köylüye kamu arazilerinin dağıtılması anlayışı uygulamada kısmen de olsa yer
buldu. Yani köylüye, büyük toprak sahiplerinin arazileri değil, hazine
mülkiyetindeki doğal ve yabanıl alanlar (ormandan çıkarılan alanlar, kurutulan
sulak alanlar vb.), tarım yapmak üzere dağıtıldı. Aynı dönemde, kırdan kente göçün
hızlanması, büyük kentlerdeki arazi kıtlığını da arttırmıştı. Bu günlerde,
gazetelerin arka sayfalarında küçük bir haber yayınlandı.
- 21.06.1973,
Milliyet, (SAYFA 9)
“ORMAN
KANUNUNU DEĞİŞTİREN TASARI KESİNLEŞTİ.”
Gazetelerin arka sayfalarında yer alan bu kanun
değişikliği, başta ülke ormanları olmak üzere, orman – halk ilişkileri ile tüm
doğal ve yabanıl alanların kırk yıldır kangren olmuş yarası olan “2/B
KANUNU” idi. Bu kanun, 17.04.1970 tarih ve 1255
Sayılı Kanunla 1961 Anayasası’nda yapılan değişikliğin uygulanması amacıyla
çıkarılmıştı. Bu kanun 1973 yılında yayınlanmasına rağmen, kapsamı 15.10.1961
gününden önce “bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş”
yerleri kapsıyordu. 1744 sayılı bu yasanın 2. maddesinde orman dışına çıkarılan
taşınmazlardan tapulu olanlar sahiplerine bırakılacaktır.
Orman
sınırlarının daraltılmasına yönelik her düzenleme, orman köylüsünden gelen ve
toprak talebi içeren toplumsal baskıya dayandırılır. Orman köylüsü, geçimini
ormancılık işlerinden sağlar ve orman toprağının tarıma uygun olmadığını en iyi
orman köylüsü bilir. Orman köylüsünün ormandan toprak talebi genel olarak
gerçeği yansıtmaz. Ayrıca, orman köylüsünün turizm ve endüstriyel yatırım
yapacak ekonomik gücü de yoktur. Bu durumda, orman sınırlarının daraltılması
baskısı, ormanları yatırımları için ucuz hatta bedelsiz arazi kaynağı olarak
gören “müteşebbis” sermaye çevrelerinden gelmektedir.
Üç
yıldan kısa süren 12 Mart döneminde, yönetimde üç farklı “partiler üstü”
hükümet bulundu. Tarım ve ormancılık alanında da aynı sıklıkta değişik hedefler
ortaya kondu. Bu alanda çıkarılan reform iddiasındaki yasalar, daha sonra
Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. Türkiye, Seçimlerin ardından Ocak 1974’te
kurulan CHP – MSP koalisyonu ile birlikte, 12 Eylül 1980’e kadar, toplam yedi
hükümet gördü. “Milliyetçi Cephe” (MC) hükümetlerinin belirleyici olduğu bu
dönemde, kırsal alan ve ormancılık politikalarını da, Dünya Bankası projeleri
belirledi. Dünya Bankası kırsal kalkınma projeleri; genel olarak tarımsal
üretimin arttırılması yanında, pazarlama, ticaret, stoklama, taşımacılık,
kredi, altyapı, sosyal hizmetler ve eğlence sektörlerini de, bütünleşik kırsal
kalkınma projelerinde yer verilmesi gereken hususlar olarak görüyordu. 10
yıllık 70’li yıllar döneminde, 10 farklı hükümet nedeniyle genelde yaşanan
istikrarsızlık, tarım ve ormancılık alanında da görüldü.
1970’li
yılların sonu 80’li yılların başında dünya’da belirleyici hale gelmeye başlayan
neoliberal görüşler IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) aracılığıyla yaygınlık
kazandı. 12
Kasım 1979’da kurulan 3. MC Hükümetinin Başbakanı Demirel,
Başbakanlık ve DPT müsteşarlığına, DB’nda çalışan, Madeni Eşya Sanayicileri
Sendikası (MESS) sözcülüğünü yapan Turgut Özal’ı atadı. Özal’ın IMF ve DB ile
danışma içinde hazırladığı “istikrar Programı” 24 Ocak 1980’de uygulamaya konuldu.
24 Ocak kararları karşıtı toplumsal tepki İzmir gibi kentlerde barikat
savaşlarına dönüştü. Siyasal kriz, 12 Eylül 1980 askeri yönetimi ile “sonlandı”.
Bülent Ulusu başkanlığında kurulan “Hükümette” Turgut Özal başbakan
yardımcılığına getirildi ve 24 Ocak kararları daha sert biçimde uygulamaya
devam edildi. 6
Kasım 1983 tarihinde yapılan göstermelik seçimi Turgut Özal’ın
başkanı olduğu ANAP kazandı. Başbakan Özal, 12 Eylül’ün şiddet yöntemleri
desteğinde 24 Ocak kararlarını tamamlayarak Türkiye’yi dünya pazarına açtı.
80
yılı sonrası, Türkiye’de tarım sektöründe koruyucu ve düzenleyici devlet tavrı
değişerek tarım üretiminde piyasa koşullarının hâkim olacağı bir politika
değişikliği gerçekleşti. Bu politika değişikliği IMF ve DB programlarıyla
başlayıp 90’lı yıllarda Dünyü Ticaret Örgütü (DTÖ) normları aracılığıyla devam
etti. Kırsal alan yönetimiyle ilgili yıllardır uygulanan politikalar, bir türlü
uygulanamayan “toprak reformunun” artık sözü bile edilmez hale gelmesi, 12
Eylül’ün şiddetiyle birleşince, feodal yapının hala baskın olduğu Kürt
illerinde, bu faktörleri etnik argümanlarla da birleştirerek güçlenen PKK’yi,
ülkenin önemli bir siyasal gücü haline getirdi. Diğer faktörlerle birlikte bu
bölgede yaşanan savaş, büyük kentlere göçü adeta bir sele dönüştürdü.
12
Eylül’le birlikte değişen Anayasa’da ormancılıkla ilgili hükümler de
Anayasa’nın ruhuna ve 24 Ocak Kararları’na uygun olarak değişti. Bu anayasada 2
/ B ile orman dışına çıkarılacak alanların, orman niteliğini kaybet(iril)me
tarihsel sınırı, 15.10.1961’den 31.12.1981’e alındı. 6831 sayılı Orman
Kanunu’nun 2. maddesi de anayasa değişikliğe paralel olarak, 23.09.1983
tarihli 2896 sayılı yasa ile değiştirildi. 2/B uygulaması 1973 yılında başlamış
ise de, 1983’te çıkan bu kanun ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2.
maddesinin B bendinde ifade bulduğu
için “2 / B” ismini bu tarihte
almıştır. 1986 yılında çıkarılan 3302 sayılı yasa ile de 2/B uygulamasının,
ormanlar üzerindeki yıkıcı etkisini felaket haline getirecek bir değişiklik
yapıldı. Bu değişiklikle, 2/B olarak ayrılacak alanların “su ve toprak rejimine
zarar vermeyen, orman bütünlüğünü bozmayan” alanlar olması ölçütü kaldırıldı.
NE OLUYOR?
80’li
yıllardan itibaren azgelişmiş/gelişmekte olan ülkelerde, kırsal alan yönetimi
ve kırsal kalkınma politikaları, uluslararası kurumlar ve çok uluslu şirketler
belirleyiciliklerini arttırdılar. Uluslararası kurumlar koşullu krediler ve
birliğe üye olmanın ön koşulları ile politikaları belirlediler. Çok uluslu
şirketlerin etkileri, faaliyette bulundukları ülkeleri tarımsal üretim araçları
(tohum, gübre, zirai ilaç vb.) açısından kendilerine bağımlı kılmaları, uluslararası
kurumlar politikalarının etkisiyle rekabete dayanamayan yerli üretim
plantasyonlarının kapanması sonucu insanların işsiz kalmaları, bu şirketlerin
ucuz işgücü kaynağı olarak kadın ve çocuklardan yararlanması şeklinde
görülmektedir.
Bu
yeni dönemde yöneten ve yönetilenin olmadığı iddia edilen ve yönetime göre daha
demokratik olduğu iddia edilen “yönetişim” kavramı oluşturuldu. Bu kavramın
oluşturucularına göre, iktidar; özel sektör ve STK’larla paylaşıldığı için
“katılımcı” bir modeldir. Katılım ilkesi ön plana çıkarılarak sanki yöneten
halkmış gibi bir izlenim verilmek istenmekte ve böylece STK’ların yer aldığı projeler için politikayı belirleyen ve uygulama
kredisini verenin uluslararası kurumlar olduğu ve bu kurumlar tarafından
çizilen bir çerçeve içinde hareket edebilen bir “katılım”ın demokratik
olamayacağı gizlenmeye çalışılmaktadır. Yönetişim yalnızca teknik bir iş
değil, iktidarın dönüşümünün bir gereği olarak, kamu çıkarı, vatandaşlık, gibi unsurların özel sektör lehine piyasa
için anlamını yitirmesini, bu kavramların yerini piyasa ve müşterinin almasını
ifade etmektedir. Dolayısıyla yönetişimin, sadece özel sektör ve toplumun
büyük bir kısmını temsil etmeyen STK’lardan oluşan bir yönetme tarzı olarak,
iddia edildiği gibi kapsayıcı ve demokratik bir yöntem olmadığı açıktır. Buna
paralel olarak toplumun büyük kısmını temsil eden sendikaların ve diğer
Demokratik Kitle Örgütlerinin (DKÖ) hantal birer demokratik kuruma dönüştüğü,
üyelerinin çıkarlarını korumadığı, örgütlü mücadelenin iflas ettiği, ama bireysel
çabalarla kurtuluşun mümkün olduğu inancı yaygınlaştırılmaya çalışılarak
DKÖ’lerin yerini STK’ların almasına çalışıldı (bu çabanın başarısız olduğu da
söylenemez). Yönetişim kavramının oluşturucularının bu çabalarının ormancılık
alanındaki yansıması olarak da; DKÖ kimliğinden sıyrılarak, STK’laşmaya çalışan
kimi ormancılık meslek örgütleri, orman köylülerinin kooperatif örgütleri bile
işlevlerini orman rantından alabildiğince fazla pay kapma mücadelesine
indirgeyebilmiş, üyelerini sosyal güvenliğe, grevli toplusözleşmeli sendikal
haklara kavuşturma mücadelesini, gündemlerinden çıkarabilmişlerdir.
Türkiye
gıda üretimi bakımından, kendine yeten 7 ülkeden biri iken, 80’lerden itibaren,
başta buğday olmak üzere, gıda ve tarım ürünleri satın alan bir ülkeye dönüştü.
2010 yılına gelindiğinde Türkiye,
dünyanın en pahalı etinin tüketildiği ülke oldu.
Aynı
dönemde ormancılık alanında özelleştirmeci uygulamalarla, “devlet ormanı”
sayılan alanlardan ormancılık dışı amaçlarla, özel kişi ve kurumların yararlanması
uygulamalarının kapsamı giderek genişletildi. Turizmi Teşvik Kanunu’yla turizm
alan ve merkezi ilan edilen yerlerdeki hazine arazileri ve ormanlar turizm
yatırımcılarına tahsis edilmeye başlandı. Bu olanakların kullanma biçimi ve
sonuçları, İstanbul çevresindeki ormanlarda büyük sermaye gruplarının vakıf
üniversitelerine tahsis edilen ormanlarla, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki
ormanlardaki turizm tesislerinde açıklıkla görülmektedir. Özel ormanlarda
yapılaşmaya izin veren yasal düzenlemeler de bu dönemde yapıldı (alanın %6’sına
kadar izin veren bu değişiklik, Orman Bakanlığı müfettiş raporlarına göre, %96
olarak uygulandı).
Maden
Kanunu ve madencilikle ilgili diğer mevzuat ile ormancılık mevzuatının ilgili
bölümlerinde yapılan değişikliklerle orman alanlarında ormancılık dışı bir
faaliyet konusunun daha kapsamı her geçen gün genişletilirken, özellikle bazı
madencilik faaliyetlerinin yalnızca mevcut orman ekosistemini tahrip etmekle
kalmadığı, yakın çevresinde de geri dönülmez tahribatlara neden olduğu
bilinmektedir.
Bunların
sonucunda plansız ve düzensiz “büyümesini” sürdüren İstanbul’da, 1950’li
yıllardan itibaren rantiyeci, arsa spekülatörleri tarafından (o zaman kentin
uzak köşeleri olan) hazine ve orman arazilerinden işgal edilerek gecekonduculara
pazarlanan araziler de, kentin merkezi yerleri olmaya başladı. Ancak bu
alanların altyapısı ve sosyal donatıları yetersizdi. İşte “Türkiye’ye özgü
kentsel dönüşüm” kavramı da bu dönemde keşfedildi.
80’lere
damgasını vuran Özal ve ANAP dönemi sona ererken yaklaşık 10 yıl süren yeni bir
koalisyonlar dönemi yaşandı. Bu dönemde de piyasalaştırmacı politikaların, her
alanda olduğu gibi kırsal alan ve ormancılık yönetimi konularında da kapsamı
giderek genişledi. Bu dönemin kırsal alan politikalarına damgasını vuran
uygulama “doğrudan gelir desteği” uygulamasıdır. Daha önce uygulanan tarımsal
destekler üretime bağlı olarak verilmekte iken, DB ve DTÖ’nün kredi koşulları
ile dikte edilen doğrudan gelir desteği, mülkiyet esas alınarak yapıldığından,
üretici çiftçinin değil mülk sahiplerinin desteklenmesi şeklinde bir
uygulamadır. Aynı dönemde üretici çiftçiye üretime bağlı destek sağlayan Tarım
Satış Kooperatifleri de, özerkleştirme adı altında, devletten
özerkleştirilirken, uluslararası kurumlara bağımlı hale getirilmişlerdir. Bu
dönemin tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi politikasının ormancılık alanındaki
yansıması olarak, Orman Ürünleri Sanayi Kurumu da özelleştirildi. Bu dönemin
ormancılık alanındaki özelleştirme politikalarından, kısa dönemde etkileri
fazla dikkat çekmeyen, ancak uzun vadede en tehlikelilerinden biri de
ormancılık hizmetlerinin özelleştirilmesinin hız kazanmasıdır.
Avrupa Birliğine
Uyum Dönemi
3 Kasım 2002 Genel
Seçimlerinde AKP'nin tek başına iktidara gelmesinden sonra, Türkiye’de 2000’li
yılların politikalarını belirleyen AKP dönemi başladı.
2000’li
yıllar Türkiye’de kırsal alan yönetiminde AB’den politika transferi dönemi
olarak adlandırılabilir. Transfer edilen AB politikaları gibi Ulusal
Programlarda da “bütüncül yaklaşım” kavramı ile kırsal alanların ekolojik değil
ekonomik bir bütün olduğu kabul edilmektedir. Bu politikayı uygulama, izleme ve
denetleme görevi de; özel hukuk tüzel kişileri(yani şirketler), gerçek kişiler
ve STK’lara devredilmiştir. Bu dönemde kurulan ve kırsal alan yönetimi
konusunda görevleri de bulunan, konumu tartışmalı ve önemli bir yapı da
“kalkınma ajanslarıdır”.
AKP,
henüz iktidarının ilk aylarında “orman” sayılmayan yerleri herkese satabilmek,
devlet orman işletmeciliği düzenini özelleştirmek amacıyla Anayasayı değiştirme
girişiminde bulundu.
Bilindiği
gibi Cumhurbaşkanı’nın onay vermemesi nedeniyle bu girişim başarılı
olamamıştır. Olamamıştır, ama kamuoyunda “2B arazileri” olarak anılan bu
yerleri satılması sürekli olarak gündemde tutuldu, dahası, hazırlanan yeni
anayasa taslağında bu doğrultudaki uygulamaların kapsamını daha da genişletecek
yaptırımlara yer verilmiştir. Ergun Özbudun ve arkadaşlarınca hazırlanıp
kamuoyuna açıklanan Anayasa Taslağında, başta 2 / B tarih sınırının 23.07.2007 (12
Eylül Anayasası ile 1961’den 31.2.1981’e çekilen) tarihine çekilmesi olmak
üzere ormanların yıkımına neden olacak birçok değişiklik öneriliyordu.
2003
yılında çıkarılan 4999 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun başta 1. maddesi olmak
üzere toplam 13 maddesini değiştirilerek, bazı orman ağaçlarının “orman”
sayılmamasını ve köy muhtarlarının gözetiminde kesilebilmesini sağlamıştır.
Milli Parklar Kanunu ile ayrılmış yerlerin yirmidokuz yıllığına
kiralanabilmesini olanaklı kılındı.
2004
yılında çıkarılan 5192 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun bu kez başta 17. maddesi
olmak 3 maddesini değiştirerek bir yeni ek madde, bir de geçici madde getirerek
“devlet ormanı” sayılan alanlarda 49 yıllığına izin verilebilecek ormancılık
dışı uygulamaların kapsamı genişletildi.
2004
yılında çıkarılan 5177 sayılı yasayla 3213 sayılı Maden Kanunu’nun 7.
maddesindeki bir düzenleme ile Orman mevzuatının birçok yeri değiştirilerek
koruma altına alınmış öteki alanların yanı sıra orman, muhafaza ormanı,
ağaçlandırma, milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı, tabiatı koruma
alanlarında da madencilik etkinliklerine izin verilmesini sağlamıştır. Bu kanun
daha sonra Anaysa Mahkemesince iptal edilmişse de 2010 yılında Maden Kanunu’nu
baştan sona yenileyerek 5177 sayılı yasanın genişletilmiş olarak uygulamaya
geçmesi sağlandı.
2003
ve 2009 2012 yıllarında Ağaçlandırma Yönetmeliği yeniden düzenlenerek
“özel orman statüsünde” orman yetiştirmek isteyen özel ve kamu kişi, kurum ve
kuruluşlara “devlet ormanı” sayılan arazi tahsis etme uygulamalarının kapsamı
genişletildi.
2009
yılında çıkarılan 5831 Sayılı “Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”la 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yanı sıra 6831 sayılı
yasanın orman kadastrosu çalışmalarıyla ilgili kimi maddeleri değiştirildi.
Böylece 2/B arazilerinin fiili kullanım durumlarına göre “ifraz ve/veya
tevhidinin” yapılabilir oldu.
1 Ağustos 2010 tarihinde de
6009 sayılı “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un yürürlüğe girmesiyle de 2/B
arazilerinin satışı ve/veya belediyelere devrinin yasal zemini oluşturuldu.
Bu
dönemde yayınlan sayısız tamim, tebliğ vb. ile temel ormancılık çalışmalarının
özelleştirilmesine yeni boyutlar kazandırmış oldu.
8 Temmuz 2006’da 5531 sayılı
“Orman Mühendisliği, Orman Endüstri Mühendisliği ve Ağaç İşleri Endüstri
Mühendisliği Hakkında Kanun”unu da çıkarılarak temel ormancılık çalışmalarının
özelleştirilmesi için gerekli alt yapı büyük ölçüde pekiştirildi.
Özet
olarak bu dönemde “devlet ormanı” sayılan alanlar, girişimci sermayedarlar
tarafından ormancılık dışı her türlü yatırımın serbestçe yapılabildiği alanlar
haline dönüştürüldü.
NE OLACAK?
Ne
olacak ya da ne yapmalı sorusu genellikle yanıtlanması en zor sorudur.
Türkiye’nin
birçok sorunu gibi 2b sorunu da, Türkiye’nin kırsal alan yönetimi ve ormancılık
politikaları ile büyük kentlerde ucuz işgücü oluşturmak ve sermayenin bitmeyen
krizlerine doğal alanları metalaştırarak kaynak oluşturmak gibi politik temelli
sorunlardır. Sorunu kaynağı teknik
değil, politik olduğu için politik düzlemde çözüm yolları aranmalıdır.
Politik
düzlemde çözüm yolları ararken, politik alternatifleri de üretip hatta
uygulamak doğru olacaktır.
Bu
gibi çalışmalardan ormancılık alanında bugünden yarına hayata geçirilebilecek
olanları bulunmaktadır.
Öncelikle
2b sorunu özelinde;
Önce
Anayasanın 169. maddesi ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “2b”
uygulamalarına dayanak olan maddeleri yürürlükten kaldırılabilir;
“2b
arazilerinin” kamu yararına değerlendirilebilmesi için gerekli ekolojik,
ekonomik, toplumsal araştırmalar yapılabilir;
“Devlet
Ormanı” sayılan yerleri “ikibelik” durumuna getirenler ile bu süreci çeşitli
yollarla kolaylaştıran, hızlandıran ve yaygınlaştıran ya da görmezden gelinen
belediye, orman işletmesi vb birimlerdeki her düzeyde sorumlu yöneticilerin “bu
saatten sonra da olsa” cezalandırılmaları sağlanabilir;
“2b” sorunun çözümlenmediği; dahası, çeşitli
ekolojik, ekonomik, toplumsal sorunların yaşanabileceği son derece karmaşık bir
sürece girdiği gerçeği tüm boyutlarıyla kamuoyuna anlatılabilir; uygulamalar
yakından izlenerek söz konusu sorunlar sergilenebilir. Uygulamalardan hareketle
6292 sayılı yasanın özellikle “2a” uygulamalarını düzenleyen maddelerinin
iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilir; “2b arazileri” için
belirlenecek fiyatlara itiraz hakkının olmaması gibi antidemokratik
düzenlemeleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilir.
Genel
olarak ormancılık alanında;
Bu
çalışmalar kapsamında; ülkemizin neresinde, ne denli geniş bir alanda, hangi
amaçlarla ormancılık yapılması gerektiği; bu bir yana, şimdilerde “orman”
sayılan alanlarının hangi amaçlarla yönetilmesinin zorunlu olduğu ortaya
konulabilir.
Neredeyse
tamamı orman köylüleri olan, ağaç kesme, tomruklama ve taşıma işlerinde
çalıştırılanların grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakka ve toplumsal
güvenceye kavuşturulması için çaba harcamak. Bununla beraber orman köylülerinin
sürünerek yaşamalarını sürdürmeleri yerine kalkınmalarına gerçekten de katkıda
bulunabilecek projelerin uygulanması; bu kapsamda da demokratik köy kalkındırma
kooperatiflerinin yaygınlaştırılması sağlanabilir.
Kırsal
alan yönetimi ve ormancılığımızın önceliklerinin değiştirilmesine, onlarca
uzmanın emeğinin savurganlığına, vb. yol açan ve çoğunluğu da uygulanamayan dış
destekli “ulusal” plan, program ve projeler yerine yerel düzeyde çok boyutlu
dinamik plan ve programların yapılarak hayata geçirilebilir.
“Orman”
sayılan alanlardaki her türlü yabanıl bitki ve hayvan varlığının ortaya
konulması, süreç içindeki değişmelerinin izlenmesi; orman ekosistemleri ve
ormancılık çalışmaları ile ilgili hukuksal düzenlemeler arasındaki
çelişkilerin, kamu yararını öne çıkaracak doğrultuda giderilmesi; başta yeniden
orman yetiştirme ve “orman rehabilitasyonu” olmak üzere her türlü ormancılık
çalışmasının çevresel etki değerlendirmesinin yapılması; Orman Genel
Müdürlüğü’nün her biriminde karar süreçlerinin demokratikleştirilmesi; gibi
çalışmalar hayata geçirilebilir.
Kırların
ve kentlerin sorunlarının birbirini etkilediği unutulmadan, bu alanlarda
yaşayan insanların da gereksinimi doğrultusunda ve buralarda yaşayan halkın
görüşleri de alınarak alternatif uygulamaları hayata geçirmek mümkündür. Bu
uygulamalar bir yandan kente aşırı göçün hızını sınırlamaya katkıda bulunurken,
bu etkisinden daha önemli olarak, halkın görüşleri alınarak uygulandığı için
yönetimler üzerinde demokratik bir baskı oluşturacak ve bu yanıyla sorunların
çözümünde daha da etkili olacaktır.
KAYNAKÇA:
Alpkaya,
Gökçen Ve Alpkaya, Faruk, 2004 “20.
Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi.” Tarih Vakfı yayını.
Çağlar
Yücel “İkibe” Böyle Mi Uygulanacaktı? (Yayınlanmamış)
Çağlar
Yücel “2Bcilestirebildiklerimizden
misiniz?”, 2012 Yayınlayan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası.
Çağlar,
Yücel. 2008 “AKP Ormanlarımızdan Ne İstiyor” Yayınlanmamış.
Çağlar,
Yücel. 2001 “Ormanlarımız ve Ormanlarımız Neden, Kimler İçin, Nasıl
Özelleştiriliyor?” Orkam – Sen, Eğitim Yayınları – 3
Engels,
Friedrich. (2010) “Doğanın Diyalektiği” 9. Baskı. Sol Yayınları
Günay,
Turhan. 2003 “Ormancılığımızın Tarihçesine Kısa Bir Bakış” Tarımorkam – Sen
Yayını.
Kafaoğlu,
Arslan Başer 1986 “İşte Alternatif. Demokratik Planlı Kalkınma.” 2. Baskı. Alan
Yayıncılık
Kayıkçı,
Sabrina 2009 “Türkiye’de Kırsal Alan Yönetimi.” Sosyal Araştırmalar Vakfı,
Küreselleşme Dizisi 10
Kaya,
Başak Sözcü gazetesi 19.11.2010 “Çiftçiyi batırdılar” Çiftçi Sen.
Konfederasyonu Genel Başk. Abdullah Aysu ile röportaj.
Marx,
Karl. (1974) “Kapital, Birinci cilt, Birinci Kitap” 2. Baskı. Odak Yayınevi.
Marx,
Karl. (1979) “Grundrisse”, 1. Baskı. Birikim Yayınları.
Sander,
Oral. (2010) “Siyasi Tarih, İlkçağlardan 1918’e.” 20. Baskı. İmge Kitabevi
TOD,
1951 “Yeşil Kitap. Orman Davamız.” (2005 tarihli “tıpkıbasım” ikinci baskıdan
yararlanılmıştır.) TOD Yayını. Eğitim Dizisi:1
TOD,
1987 “Cumhuriyet Dönemi Ormancılığımızda 3116 Sayılı Yasa ve Sonrası” içinde;
Ayanoğlu, Sedat “3116 Sayılı Orman Kanunu ve Sonrası.”
Yılmaz,
Gaye. 2009 “Suyun Metalaşması”. 1. Basım. Sosyal Araştırmalar Vakfı yayını.