26 Mart 2012 Pazartesi

KENAN OK Makaleleri


Vasfı kaybetmek ..
Merhum Anayasa hukukçusu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, henüz çevrecilikten söz edilmeyen dönemlerde, zaman zaman orman konusunda yazılar yazardı. Hatta bir yazısının başlığını “Orman deyince okumazlar ki” şeklinde koymuştu
Bu durum günümüzde de çok farklı değil. Fakat bir istisnası var. Orman hakkında bir fikri olmayanların 2B hakkında görüşleri olabiliyor.
Nedir 2B? Hukuken 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2. Maddesinin bir fıkrası. Orman vasfını kaybeden yerlerden söz ediyor. Ancak durduk yerde bir yer neden orman vasfını kaybeder ki! Buranın iklimi, toprağı biz farkında olmadan orman yetişmez bir hal mi almış? Yoksa bu işin arkasında iktisadi, siyasi, sosyal bazı sorunlar mı var?.
2B bugün için bir hukuki sorundur. Fakat kökleri iktisadi ve siyasi saiklere dayanır. Bugün bu konuyu takip edenlerin de ilgilerinin arkasındaki saik iktisadi ve siyasidir. 2B iktisaden bir kazanç kapısıdır. Üstelik hem mikro hem makro ölçeklerde.
Günümüzde birileri devletin mülkiyetinde olan bir orman parçasını işgal etmiş, burasının kendisine “ucuz” yollu devredilmesini bekliyor. Bir kısım işini bilenin işgal edecek zamanı veya fırsatı olmamış fakat “fırsatları” görerek, tapusu dahi olmamasına rağmen bir yer satın almış ve kar realizasyonu gerçekleştirmeye çalışıyor. Bazıları bu işin organizatörlüğüne soyunmuş. Emlakçısı olmuş. Yerler buluyor, alıcılar buluyor ve komisyon alıyor. Spekülasyon yapmaya çalışıyor. Gazetelere “2B arazisi bulunur” ilanları veriyor. Pazarlama yapıyor. Bir kısım avukatlar da sorun çözüyor. 2B davalarınıza itinayla bakılır ana sloganları haline gelmiş. Bütün bu işletmelerin varlığı “işgal edilmiş ve devlet tarafından işgaline son verilemeyen” orman niteliği kaybettirilmiş orman arazileri.
Hükümet, bu arazileri işgalcilerden kurtarmak mümkün değil, bu kişilere satalım ve para kazanalım diyor. Bu son olur, bir daha da yaptırmayız diye teminat veriyor. Fakat bu uygulamanın daha önce de yapıldığını ve son uygulama olarak kalmadığını, kalamadığını unutuyor. Arazi işgalcilerinin isimleriyle ilgili söylentilerde kimlerin kimlerin adı geçiyor. Bakan mı ararsınız, orman fakültesi hocası mı, yok yok. İnşaat şirketleri, konut piyasasının önemli aktörleri olarak, gelecek dönem analizlerini 2B yasasının kabulüne endeksliyor. Çıkmazsa konut fiyatları çok artar diyerek, başını sokacak bir ev peşinde koşanları uyarıyor! Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu arazilerle ilgili projeler üretiyor.
Ülkemizde Orman Genel Müdürlüğü (OGM) diye bir kurum var. Tüm ülke yüzeyine yayılmış teşkilata sahip. Yangın zamanlarında helikopterlerini medyadan izliyoruz. Pek çok kamu kurumunun sahip olmadığı olanaklar elinde. Hatta beli silahlı “memurları” bile var. Fakat “bu araziler orman ve benim sorumluluğumda fakat ben bu işgalcileri çıkaramıyorum” diyor. Öyleyse bugüne kadarki çalışma şeklinin bir sorgulanması gerekmez mi? Neden bu işgalcileri çıkaramamış. Yoksa birileri engel mi olmuş? Görevini yapmaması için baskı mı kurmuş? Yoksa bazı çalışanları bu işgalin bir parçası haline mi gelmiş?
Bütün bu işler olurken, aynı ülkede, bir kamu kuruluşunda memur olarak çalışan vatandaş Adem bey, 2004 yılında yaşadığı kasabanın belediye sınırları içerisinde, imarı olan, tapusu bulunan 300 m2 bir arsa satın alıyor. Satış işlemi için tapu idaresine giden Adem bey, mülk ile ilgili herhangi bir şerhi tapu kayıtlarında görmüyor ve “temiz” bir araziyi satın aldığını düşünerek satış işlemini gerçekleştiriyor.
Aradan zaman geçiyor ve OGM’nin yerel orman işletme müdürlüğünden Adem beye arsasının bulunduğu yerde 1998 yılında orman kadastro çalışması yapıldığı, bu çalışmaya göre arsasının orman arazisi olduğuna karar verildiği, ilgili mevzuat gereği, bu karara 2008 yılına kadar bir itiraz yapılmadığı için, alınan kararın kesinleştiği bildirilerek, burayı işletmeye devrettiğini yazılı olarak bildirmesi, yoksa mahkemeye verileceği ve mahkeme masraflarını da ödemek zorunda kalacağı bildiriliyor.
Vatandaş Adem bey olan bitene inanamıyor. Henüz arazi sahibi değilken yapılmış bir çalışmadan haberdar olamayacağını, parasıyla ve tapulu bir yer aldığını düşünerek, işletmenin talebini yerine getirmiyor. İşletme mahkemeye gidiyor ve Adem bey mahkemede “kamu malları zaman aşımıyla mülk edinilemez” ilkesiyle tanışıyor. Yaptığı incelemede aldığı arazinin önceki malikiyle orman idaresinin daha önce de davalık olduğunu ve 1978 yılında söz konusu arazi hakkında zeytinlik kararı çıktığını, yani orman idaresinin kaybettiğini öğreniyor. Fakat mahkeme temyiz hakkıyla Adem beyi haksız buluyor.
Şimdi Adem bey ve komşu parsel sahibi 60 arkadaşı bir çözüm bekliyor. Ve önündeki tek seçenek 2B önerisi. Adem beye iktidarı da muhalefeti de “ bana oy verirsen” 2B yasasını çıkaracağım ve sorununu çözeceğim diyor. Adem bey, hakkı olan bir malı elde etmek için, haksız yere mal edinmeye yönelmiş kişileri koruyacak bir eylemi desteklemeye zorlanıyor! Üstelik önce “şagil- işgalci” sıfatıyla 2B hak sahibi şeklinde tanımlanmayı onur sorunu haline getirmemeye ve ardından da, daha önce satın aldığı bir yer için “devlete” tekrar para ödemeyi kabul etmeye zorlanarak.
Ne dersiniz? 2B neyle ilgili. Nasıl oluyor da aynı ülkede işgalciler çıkarılamazken, tapulu mal satın alanlar, ellerindeki malı mahkemede kaybediyor? 2B kimin projesi? Bugün tartıştığımız vatandaş Adem bey gibi, tapusu olduğu halde orman idaresiyle ihtilaflı vatandaşların sorunu mu, yoksa makro ve mikro ölçekte kazanç peşinde koşanların kar realizasyonu mu?
İşte bütün mesele bu. Vasfı kaybetmemek!
Prof. Dr. Kenan OK

Rasyonel beklentiler teorisi
İktisatçıların çok yakından bildiği bir teorinin adıdır rasyonel beklentiler teorisi. 1975 Nobel iktisat ödüllü Lucas’ın ekonomi yazınına bir katkısıdır.
Teori makro ekonometrik modellerin optimal davranış veya karar verme biçimlerine dayandığını, oysa gerçek hayatta sonuçların, modelde yer alan tarafların politikalarla ilgili beklentilerine göre oluştuğunu belirtir. Lucas’ın bu teorisi ekonominin farklı alanlarına uygulanmıştır. Örneğin karşılığı olmadan para basarak, ek kaynak yaratılabileceğini, bununla da yeni işlendirmeler yapılabileceğini savunanlara karşı teori, emek sahiplerinin enflasyon beklentisine girerek emek arzını artırmayabileceğini hatırlatır.
Bir başka değişle, İktisatçılar beklenti olgusunu yeni modelleme çalışmalarına dahil edebilmenin yollarını tartışmıştır. Artık model kurucularının optimal davranış yanında, muhtemelen geçmiş deneyimlere göre oluşan beklentileri de dikkate alarak politika önerilerini sınaması gereklidir.
Peki bu durum sadece iktisat alanında mı geçerlidir? Örneğin sağlık alanındaki bir yeni politikanın hastalar tarafından benimsenmesinde beklentiler ne kadar işin içine girmektedir? Milli Eğitimin 4+4+4 politikası oluşturulurken kimlerin hangi beklentileri dikkate alınmıştır?
Sağlık ve eğitim deneyimsizliğimiz yorum yapmamızı engelliyor. Fakat ülkemiz ormancılık politikaları alanında beklentilerin hala modellerde bir yeri yok gibi görünüyor. Örneğin birilerinin işgal ettikleri orman parçalarının zamanla sahibi olabildiklerini gören bir kişinin gelecek beklentileri ne olur? Nasıl bir beklenti içerisine girerler? Üstelik bu kişi bir yandan Anayasada “ormanlara zarar verecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez, … orman suçlarına karşı af çıkarılamaz” gibi net hükümler yazarken, diğer taraftan “… tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerler orman dışına çıkarılır” diyebilen yöneticilerin, politika yapıcılarının halen var olduğunu biliyor, görüyorsa ..
Yaşadığımız ülkenin tarihinde ilk defa ormanlar işgal edenin kazançlı çıkarıldığı bir şekilde daraltılmıyor. Önce, 1973 yılında, 15.10.1961 günüden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş denilerek, belirtilen tarihe kadar işgal edilmiş yerlerin işgalcilerinin eline geçmesinin yolu açılmıştır.
Aradan zaman geçmiş, bazı ormanlar nedense yine orman niteliğini kaybetmiş, çözüm bekleyen, kangrenleşmiş bir sorun haline (ilginçtir, hep bu kelimelerle savunuluyor) gelmiştir. Bu defa 1982 Anayasa’sının 169. Maddesinin son fıkrasına “31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş” yerler orman dışına çıkarılır hükmü eklenerek, yine işgalciler ve işbirlikçileri kazançlı yapılmıştır. Bir başka değişle, yaklaşık her 20 yılda bir orman affı yaşamışız.
Bütün bunlar olurken; bu bir yol olur, insanları işgale teşvik eder, toplumda dürüst olma güdüsünü zayıflatır, diyenler kaybetmiş, azınlıkta bırakılmıştır. Yani maçın güncel sonucu: işgal ve işbirliği spor 2, vatan millet spor 0 şeklindedir.
Şimdi 2B tasarısı ile tekrar aynı politika hayata geçirilmeye çalışılıyor. Efendim Sultanbeyli’ler oluşmuş. Bu bir toplumsal sorunmuş. Bu insanların mağduriyeti giderilmeliymiş. Orman köylüleri düşünülecekmiş. Elde edilen paralarla ağaçlandırma yapılacakmış. Sırça köşklerden eleştirmek kolaymış, mış mış ..
Bu uygulama yol olur dendi, hayır bu son dediler. Yeni beklentilere neden olur dendi, hayır ne beklentisi, artık eski devlet değiliz, daha güçlü bir teşkilatımız var dediler.
16 Mart 2012 günü Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunun haberine göre, 2B arazilerinin satışını düzenleyen tasarıda yapılan değişiklikle, orman sınırları içerisinde kaldığı için tapuları iptal edilen fabrika ve ticarethanelerin yerleri 29 yıla kadar kiraya verilebilecekmiş. Üniversite ve yurt amaçlı taleplere, bir başka değişle beklentilere de, ormandan arazi tahsis edilebilecekmiş. TBMM Tarım Komisyonu böyle karar vermiş.
İnsanlar işçi de olsa, köylü de olsa hayatlarını etkileyen uygulamaları yakından takip ederler. Belki sebep sonuç ilişkilerini kitabi bir şekilde açıklayamazlar. Belki kısa dönemi, uzuna tercih ederler. Fakat yaptıklarının geçmişte gördüklerinin etkisinde oluştuğu kesindir. Lucas’a sadece para politikaları ve enflasyonu tartışırken kulak vermemek, teorinin farklı alanlardaki geçerliliğini de düşünmek gereklidir. Lucas’ın işçisi para miktarı ile enflasyon ilişkisini görebilirken, bizim vatandaşımız “işgal et, bekle, senin de olur” dizisini neden göremesin? Nesi eksik ki! Ama Nasrettin hocanın torunları, Lucas’ın işçisinin enflasyon beklentisine inanıyorlar da, işgalcilerin hep kazandığını görenlerin yeni işgal beklentileri içerisine gireceğine inanamıyor!
Mevcut 2B politikası hem yasal zeminde hareket etmelerine rağmen, devletin uygulamaları nedeniyle tapularından olmuş vatandaşın sorununu çözmemekte, hem de yaratacağı beklentilerle yeni orman işgallerini teşvik etmektedir. Bu uygulama kesinlikle son olmayacak.
Ne dersiniz sizce bu maçın sonucu ne olacak? Sayın Hasan Pulur, kamu mallarının talan edilmesi, çarpık kentleşme .. vb. alanlardan örneklerle, yıllarca yapılanın yapanın yanında kar kaldığını, haklı olarak yazmıştır. Belki bu defa Sayın Pulur’u haksız çıkarmak isterler ve işgal edilen ormanlar işgalcinin elinde kalmaz.
Ya sizin beklentiniz nedir? Bizim gönlümüzden geçen, sürekli tekrar eden bu kötü oyunu tarihin sayfalarına gömmektir.
Bitsin artık bu çile. Çekemiyoruz bile bile ..
Prof. Dr. Kenan Ok


Yangın olur biz yangına gideriz..
Prof. Dr. Kenan OK’un Orman yangınları ve yangınlarla orman işgallerini, sonuçları açısından karşılaştırdığı 26 mart 2012 tarihli yazısı.
Bu kış oldukça karlı ve yağışlı geçti. Geçti fakat yangın kelimesinin geçmediği gün neredeyse geçmedi. Önce Van depremzedesi kardeşlerimizin dramı, ardından alış veriş merkezi inşaatında kaybettiğimiz emekçi kardeşlerimizin acısı ..
Oysa biz yangın kelimesini yazları bekler, orman kelimesiyle birlikte kullanırdık!
Ülkemizde orman yangınları hava sıcaklıklarının artışıyla başlar. Öyleyse şimdi zamanı mı yangın yazısının demeyiniz. Çünkü bugünlerde ormanlar yangından daha kalıcı bir tehdidin pençesinde! Üstelik orman haftasındayız ve ormanları ne kadar sevdiğimizi dosta düşmana kanıtlamamız gerek.
Ülkemiz kamuoyu yangına karşı, özellikle son zamanlarda oldukça duyarlı hale gelmiştir. Geçmiş yangın haberlerini hatırlayınız. Spikerlerin yüzündeki samimi üzüntüyü rahatlıkla görürsünüz. Sorgulayıcı tarzda röportajlar yapana, hatta azarlar gibi soru soranına dahi rastlanmıştır.
Yangın saat kaçta çıkmıştır? Kaç tane uçak kalkmıştır? Neden helikopter gecikmiştir? Toplam yanan alan ne kadardır? Yanan sahanın ağaçlandırma çalışmasına ne zaman başlanacaktır? Söndürme çalışmalarında kaç kilo helva yenmiştir? Genellikle bu gibi hususların merak edildiği düşünülür ve sorulur. Kimileri sosyal sorumluluklarını hatırlar ve yardım kampanyaları başlatır.
Gerçekten de orman yangını ürkütücü bir hadisedir. İster doğal nedenlerle çıkmış, ister kasten çıkartılmış olsun, izleyeni görüntüsüyle, sesiyle ürpertir. Dumanıyla boğar. Ateşiyle yakar, kavurur, öldürür. Cehennemi andıran görüntüsüyle, belki de inançlarımıza hitap eder ve ürpertir. Sadece odunsu bitkileri değil içerisindeki, ilişki halindeki tüm canlıları öldürür. İnsan hayvan ayırmaksızın evini barkını yok eder. Aç, açıkta bırakır.
Bütün bu nedenlerle yakın ilgiyi hak eder yangın. Yangın sahasından ölü bir hayvan resmi bulunabilmişse, kamuoyu yangına daha da dikkat kesilir ve lanetler.
Kamuoyunun tepkileri yerden göğe kadar haklıdır. Orman yangını ilgiyle izlenmesi gereken bir sorundur. Tıpkı bir savaş gibidir. İnsanım diyenin gözüne, kulağına, burnuna, dokunma duyularına, varsa vicdanına etki ederek, kendini gösterir. Ama yangın ormancının mert düşmanıdır. Her şeyiyle ortadadır. Yıldırımdan, volkanlardan, göktaşlarından kaynaklananları ekosistemin bir parçası olarak, kabul bile görebilir.
Fakat ülkemiz için ormanın tek sorunu yangın değildir! Yanan bir alanın insan yardımıyla veya insanın olumsuz etkisini kontrol altına alarak, zaman içerisinde tekrar iyileşme olasılığı vardır. Üstelik Anayasa’nın 169. Maddesine göre ”Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz”.
Peki ya Anayasa’nın, yasaların koruyucu hükümleri dışına çıkarılarak, ormancılık dışındaki kullanımlara tahsis edilen ormanların hali nicedir? İşgal edilmiş, yasalar aracılığıyla ormancılık dışı kullanımlara tahsis edilmiş yerlerin geleceği acep nedir?
Örneğin orman iken, üzerine kent kurulan ve sonra 2B diye adlandırılan “yasal” düzenlemelerle orman dışına çıkarılan yerlerin tekrar orman olma olasılığı var mıdır? Orman olarak topluma hizmet ederken, üniversite kurulsun, yurt yapılsın diye “kamu yararı” var denilerek tahsis edilmiş yerlerin, ilelebet orman olması mümkün müdür? Siz hiç 49 yıllık tahsis süreniz doldu, artık buradan çıkın, tekrar orman yapacağız, denilen bir yer gördünüz mü? Görebileceğinizi sanıyor musunuz?
2B’lerin yangın gibi alevi yok diye, tahsis yaparken ortaya bir ısı çıkmıyor diye, işgal edilen arazilerde yanmış, kavrulmuş hayvan leşlerinin fotoğrafları çekilemedi diye, dumanı tütmüyor diye, bu alandaki sorunun toplum tarafından görülmemesi - görülememesi büyük bir sosyal algı eksikliğidir. Yangın savaş ise 2B ve yasal tahsisler soğuk savaştır, düşük yoğunluklu savaştır. Fakat özünde aynıdır.
Yangını çıkaran kimseye, yangının failine ne ad verilirse, işgal ederek 2B arazileri yaratana da o ad verilir. Orman dışındaki arsaların yüksek maliyetinden kaçmak için, ormandan tahsis arazisi peşinde koşan da aynı kişidir.
İlginçtir, sadece halkımız yangını görüp, işgallerin, tahsislerin büyük yıkıcılığını görememe sıkıntısını yaşamıyor. Ormancılık camiasının da benzer sıkıntıda olduğu söylenebilir. Yangınla mücadele ormancılar arasında onur, namus meselesidir. Orman yangınını söndürmek uğruna pek çok can verilmiştir. Yangın söndürme görevinden kaçan biri, belki idari olarak kurtulabilir fakat meslektaşlarının psikolojik baskısından kaçamaz. Adam yerine konmaz!
Peki ya, işgalcilere göz yumanlar, heveslileriyle birlikte yeni yerler arayanlar, bırakınız korumayı bizzat şagil hale gelmişlerin, camia içerisindeki konumları ne durumdadır? Sanki yangına gitmekten kaçandan daha masumlar!
Bu kış soğuk ve karlı geçti. Hiç orman yangını yaşamadık diyorsanız yanılıyorsunuz. Ormanlar bir başka şekilde yanıyor. Hayvanlar işgal edilen yerleri çoktan terk etti, fakat gidebilecek bir yer bulabildiler mi? Bilen yok! Bu kış hiç yangın helikopteri, uçağı kalkmadı fakat lobi için binlerce kilometre yol yapıldı, saatlerce konuşuldu. Bazıları “kasten” işgali savunurken, kimileri de yangın karşısında terler gibi, dumandan boğulur gibi, dünyanın gerçeklerini göremiyorsunuz eleştirileri karşısında direnerek ormanları korumaya çalıştı. Alevlere su yetiştirircesine paneller yaptı, yazılar yazdı, karşı lobi çalışmaları yürüttü.
Bu yaz da yangın çıkacak, bu yaz da yangınlarla mücadele edilecek, yangının kazandığı yerlerde doğal gençleştirme veya ağaçlandırmalarla kayıplar onarılmaya çalışılacak. Bundan emin olun. Peki ya işgalcisine satılan ormanlar! Peki ya tahsis edilen ormanlar!
2B’ye giden ormanlar asla geri gelmeyecek! İşgal girişimleri başarıyla sonuçlanan kişileri gördükçe başkaları da yeni orman işgallerine yönelecek. Arsa bulamayan ormandan tahsis isteyecek.
Uçakları saymaya, helikopterleri beklemeye devam!
Tutturun başlıktaki türküyü, dostlar mücadele görsün. Yoksa, maazallah, ormanlarımızı sevmediğimizi düşünürler ..
Prof. Dr. Kenan Ok

20 Mart 2012 Salı


ORMANCILIĞIMIZ DA ÇÖKERTİLDİ…
Doç.Dr.Yücel ÇAĞLAR
Bilindiği gibi 21 Mart, 1970’li yıllardan bu yana Kuzey Yarımkürede olduğu gibi ülkemizde de “Dünya Ormancılık Günü” olarak “kutlanıyor”. Gün, ülkemizde çoğunlukla siyasal iktidarların, deyiş yerindeyse, “icraatın içinden” söylemiyle etkinlikleri anlatmak ve yoğunlukla da orman popülizmiyle geçiştiriliyor. İlginçtir, AKP döneminde bu türden etkinlikler bile yapılmıyor artık; kimbilir, gerek duyulmuyor belki de. Baksanıza, siyasal iktidarın, ilk gündeme getirildiğinde yoğun karşı çıkışlara yol açan ünlü “2B arazilerinin” işgalcilerine satılmasına ilişkin yasa tasarısı ilgili kamuoyunda bile gerektiğince tartışma konusu yapılmıyor. Her alanda ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı, hukukun temel ilkelerinin her fırsatta yoksandığı, kamu hizmetlerinin çökertildiği ülkemizde “ikibeciliğin” yeniden gündeme getirilmesi vb orman ve ormancılık sorunlarına sıra gelmiyor doğallıkla (!); ama gelmeli. Siyasal iktidar bir yandan istediği biçimde oluşturabildiği yapay gündemlerle kamuoyunu oyalarken bir yandan ormancılık alanında da yaşamsal önemde düzenleme ve uygulamaları kolaylık yapabiliyor çünkü. Gündeme gelmesi gereken onca konudan birisi de ormancılıktır. Çünkü AKP’nin on yıldır en köktenci düzenleme ve uygulamaları yaptığı alanlardan birisi de ormancılıktır. Ne yazık ki en duyarlı kamuoyu bile çoğunluk orman popülizmiyle oyalanıyor ve ormancılık alanında yaşanan dönüşümlerle hemen hemen hiç ilgilenmiyor. Oysa, son on yılda ormancılığımızda ekolojik, toplumsal, ekonomik yıkımlara yol açabilecek yaşamsal önemde değişiklikler yapıldı. Örneğin;
b  başta 6831 sayılı Orman Kanunu ve Ağaçlandırma Yönetmeliği olmak üzere ormancılığımızla ilgili yönetmelik ve tamimler onlarca kez değiştirilerek içinden kolay kolay çıkılamayacak bir hukuksal kargaşa yaratıldı;
b  ormancılık örgütlenmesi dört kez köklü biçimde yeniden düzenlenerek en teknik çalışmalar bile gerektiğince yapılamaz oldu; son olarak 644, 645 ve 648 sayılı KHK’larla sözcüğün tam anlamıyla “ucube” bir çevre ve ormancılık örgütlenmesi oluşturuldu;
b  başta 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu ve 3213 sayılı Maden Kanunu olmak üzere çok sayıda yasada yapılan yeni değişikliklerle “devlet ormanı” sayılan yerler yerli ve yabancı yatırımcıların “yol geçen hanına dönüştürüldü”;
b  orman ekosistemlerinin yönetimi ile ilgili planlama düzeni yeniden yapılandırılarak,  orman ekosistemlerinin yapısal özelliklerinde geri dönüşü olanaksız keyfi uygulamalar kolaylaştırıldı;
b  “özel ağaçlandırma” adı altında desteklenen uygulamalarla devlet mülkiyetindeki orman ekosistemlerinin özel kişi ve kuruluşların meyve bahçelerine dönüştürülmesi olanaklı kılınıp hızla yaygınlaştırıldı; ekolojik koşullara ve amaca uygunluğu en azında tartışmalı tür ve tekniklerle ağaçlandırmalar yapılabildi;
b  Anayasanın ormancılık düzeniyle ilgili 169 ve 170. maddeleri ile 6831 sayılı yasadaki kurallara karşın temel ormancılık çalışmaları bile özelleştirildi;
b  Ormancılık örgütlenmesinin taşradaki uygulayıcı birimleri olan orman bölge müdürlükleri, işletme müdürlükleri ve şeflikleri, orman fidanlıkları vb birimler keyfi kararlarla açılıp kapanarak ormancılık örgütlenmesi “yaz-boz tahtasına” dönüştürüldü;
b  orman koruma çalışmaları, hiçbir yasal dayanağı olmamasına karşın özel sözleşmelerle köy tüzel kişilerine devredilip orman muhafaza memurluğu büyük ölçüde tasfiye edilerek ormanlar gerektiğince korunamaz duruma getirildi;
b  Anayasanın 170. maddesi ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 40. maddesine açıkça aykırı olmasına karşın ağaçları dikili durumdayken ihaleyle satılarak orman köylülerinin yaşamsal önemde gelir kaynağından yararlanabilmeleri tümüyle rastlantılara bırakıldı; orman işçiliği yapan köylülerin toplumsal güvenceleri, grevli ve toplu sözleşmeli sendikal hakları ise orman müteahhitlerinin insaflarına terk edildi;
b  gerekliliği hiçbir düzlemde sorgulanmadan Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler destekli çok sayıda ormancılık projesi hazırlandı ve uygulandı; “ulusal” olarak nitelendirilen bu plan ve projelerle bir yandan ulusal ormancılık stratejileri ve öncelikleri değiştirilerek ve bir yandan da çok sayıda “yeni” yabancı kökenli kavram ve teknikler gündeme getirilerek “ormancılık ideolojisi” yabancılaştırıldı;
b  işsiz orman mühendislerinin sayısının üç bini aşmasına karşın yeni orman fakülteleri açıldı; buna karşılık temel ormancılık birimlerinde yeter nitelik ve nicelikte teknik personel işlendirilemez oldu;
b  orman mühendislerini özel ormancılık şirketlerinde ücretli kölelere dönüştürecek ve ormancılık çalışmalarının tekniğine uygun olarak yapılmasını rastlantılara bırakacak 5531 sayılı Orman Mühendisliği, Orman Endüstri Mühendisliği ve Ağaç İşleri Endüstri Mühendisliği Hakkında Kanun’u çıkarıldı
ve sonunda Türkiye ormancılığı, şimdilerde AKP milletvekili olan önceki Orman Genel Müdürü’nün bile; Değişmezsek değişimin ayakları altında ezileceğiz. Tüccar gibi davranmazsak batma sinyalleri verip maaşları bile ödeyemez hale geleceğiz.” diyebildiği duruma gelindi. Ne var ki, bu gelişmeler, öteki kesimler bir yana ormancılık kamuoyunda gerektiğince tartışma konusu yapılmadı; ormancılık meslek örgütleri bile ağırlıkla HES’ler, “2B”, “ekoturizm” vb popüler konular ile yazlık ve kışlık sosyal tesis işletmeciliği vb ikincil etkinliklere ağırlık verdi..
***
Ormancılık, yalnızca ekolojik ve teknik boyutu olan bir etkinlik alanı değildir: bu alanda yaşananların da ekonomik, toplumsal ve dolayısıyla siyasal boyutları vardır. Gelmiş geçmiş tüm sağ siyasal iktidarlar bu yalın gerçeğin ayırdında olmuş ve her fırsatta da “gereğini” yapmaya çalışmıştır. Buna karşılık yurtsever aydınların, çevre/doğa korumacı kişi ve kuruluşların çoğu ise, benzetme bir deyimle “ormanı görmekten ormancılığı göreme” tutumlarını sürdürdü. Toprağı bol olsun, Hıfzı Veldet VELİDEDEOĞLU, 1986 yılında çok güzel betimlemişti bu tutumu: “Evet, ‘orman’ sözcüğünü veya başlığını görünce çoğu aydınımız o yazıyı okumaz. Ormanı kendi ilgi alanı dışında sayar. Ben onları, Fransızların ‘gourmet’ dedikleri damak zevkine düşkün kişilere benzetirim: Karidesli, levrekli, bonfileli sofralara alışmışlardır. Kuru fasulyeli tabak geldi mi, burun kıvırırlar. Onların karides, levrek veya bonfileli sofrası düşün, felsefe, ekonomi, politika yazılarıdır. Sadece böyle ince ve karmaşık konulardan zevk alırlar. Orman konusu ise kuru fasulyedir onların çoğu için.” Velidedeoğlu’nun bu betimlemesinin üzerinden yirmişbeş yıl geçti. Ancak, öyle anlaşılıyor ki aydınlarımız hâlâ orman ve ormancılık konusunu teknik, ekolojik, teknik ve dolayısıyla da yalnızca “ormancıları”, daha genel bir söyleyişle de “çevrecileri” ve/veya “doğa korumacıları” ilgilendiren bir alan olduğunu düşünüyor; ne büyük bir yanılgı !
Ülkemizde karasal yüzeyin % 27’ini oluşturan “orman” sayılan arazilerin tümüne yakın bir kısmı tarihin tüm dönemlerinde devlet mülkiyetinde olmuştur. Gerek bu mülkiyet biçimi gerekse orman ekosistemlerinin evresel özellikleri, ormancılığın kamusal etkinlik alanı olarak örgütlenmesini ve yönetilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk Cumhuriyetin ilk yıllarında kavranmış; 1937 yılından beri bu doğrultuda hukuksal, kurumsal ve teknik düzenlemeler yapılmış, ormancı çalışanlar uzun yıllar akla gelmedik baskılara ve engellemelere karşın yaşamsal önemde olumlu çalışmalar gerçekleştirebilmiştir. 2000’li yıllarda ise bu yapının tüm olumlu yanları çökertilmiştir. Açıktır ki, bu tutum sürdürüldüğünde siyasal iktidar, “yeni” anayasasında, ormanlar ve ormancılıkla ilgili olarak 1982 Anayasasındaki kuralları aratacak düzenlemeleri kolaylık gerçekleştirebilecek; ormanlarda ve kamusal ormancılık düzeninde yapacağı yeni yıkımları anayasal temellere kavuşturabilecektir.(21 Mart 2012)